Şimdiye kadarki gezi planlarımız arasında en hızlı karar verdiğimiz seyahatimiz Amasra-Safranbolu oldu. Kışın yorgunluğunu üstümüzden atmak ve yağmurlar nedeniyle bir türlü gelmeyen baharı karşılamak için hafta sonunu değerlendirmek istedik. Hem eşimin hem de benim ara ara “Havalar düzelsin, Amasra’ya gidelim” tarzı konuşmalarımız nedense bugüne kadar sonuçsuz kalmıştı.
Tüm gezilerimizi planlayan eşim papillon sadece oteli ayarlayacağını, geri kalan tüm planların bana ait olduğunu söylemişti. Her seyahatimizde tüm gezi planlarını sanki tur şirketiyle anlaşmışım gibi uçakta incelediğimden ikiletmeden kabul ettim. Kısa bir araştırmanın ardından yağmurlu bir Cumartesi gününde, bu sefer kızımızı da yanımıza alarak yola çıktık.
Ankara-Amasra arası Bartın üzerinden gidildiğinde 283 km. Gidişte otobandan Yeniçağa ayrımından ayrılıp Mengen üzerinden giden yolu tercih ettik. Yol her zamanki gibi yapım çalışmalarına rağmen keyifli. Bartın-Amasra arası virajlı yollardan sonra Karadenizi ve şirin Amasra’yı tepeden görmek gerçekten keyif veriyor. Sokaklarında gezdikçe de sık sık “Neden daha önce gelmemişiz?” dediğimi hatırlıyorum.
Arabamızı park ettikten sonra sahil kenarında gezinmeye başladık. Amasra, kendinizi asla yabancı hissetmeyeceğiniz, küçük, samimi, sıcak ve keyifli bir sahil kenti.
Ahşap işçiliği ürünlerin bulunduğu çarşıda oyuncak ve çeşitli hediyelik eşyaları bulmak mümkün.
Kızımızın her gördüğü güvercini kovalaması ve her çocuk parkında durmamız sebebiyle zamanı oldukça geçirdiğimizde artık karnımız acıkmıştı. Amasra’ya daha önce gelen arkadaşlarımızdan Çeşm-i Cihan ve Canlı Balık adlı restoranları sıklıkla duymuştuk; fakat çeşitli bloglarda da yemeklerinden övgüyle bahsedilen Martı Balık’ta yemek yemeyi tercih ettik.
Gerek manzarası, gerekse enfes ara sıcakları ve kalkan tavasıyla övgüleri hiç de boşuna almadığını biz de görmüş olduk. Kesinlikle tavsiye ediyoruz.
Hemen Martı Balık’ın yan tarafında deniz kenarında demlenen güzel abinin yeri muhteşemdi.(papiblue notu)
Yemekten sonra kale içinde yürüdük. Yokuşlu, her köşeyi döndüğünüzde başka bir sevimli ev veya başka bir manzarayla karşılaştığımız bu yürüyüşümüzden çok keyif aldık. Şehirde yaşayanlarımız için artık çok sık göremediğimizden, çocukların dar sokaklarda bağıra çağıra top oynaması, yaşlı teyzelerin tek katlı evlerinin önlerinde veya bahçelerinde oturup kendi aralarında sohbet ederken bizleri de sohbete dahil edip davet etmeleri belki de Amasra’yı sevmemizin ayrı bir sebebiydi.
Neredeyse her köşe başında reklamını gördüğümüz Ağlayan Ağaç Çay Bahçesi’ni merak ettiğimiz için yokuş yukarı devam ettik ve tüm yorgunluğumuza değdi doğrusu. Karşılaştığımız manzara karşısında çay içmek şart olmuştu.
Özellikle en tepedeki Amasra Fenerinin önünden güneşin denize batışını izlemek heralde çok güzel olurdu. Ancak biz günbatımına kadar kalamadık. Zira daha önümüzde Safranbolu yolu vardı.
Kaleden inerken sağ tarafta çok şirin bir çay bahçesine rastladık. Biz bu sefer burada çay içemedik ancak eminim burada bir çay içmek çok keyfilidir. Tavsiye ederim.
Hava kararmaya başlayınca Safranbolu’ya doğru yol aldık. Yol eminim gündüz gözüyle çok daha keyiflidir. İki yanda ağaçlar yolun tepesinde birleşip adeta ağaçlardan oluşan bir tünelin içinde gidiyormuş izlenimi verebilirler. Ancak gece zifiri karanlıkta ve de üstelik sürekli yol çalışması nedeniyle yolu takip etmenin oldukça güç olduğu bir ortamda çok da keyifli değildi. Yaklaşık 1,5 saatlik yolculuktan sonra otelimize vardık. Değirmenci Konak, koleksiyoner bir işletmecinin ev sahipliğini yaptığı, tarihi özeliklerini kaybetmemiş bir otel. Öyle ki, mübadele yıllarında Safranbolu’dan Yunanistan’a göç etmek zorunda kalan Rum sahiplerinin yakın zamanda bulunduğunu ve şu anki sahipleriyle sıcak ilişkiler kurulduğunu öğreniyoruz. 7 odalı konaktaki odamızdaki dantel örtüler, antika halı, antika eşyalar ve zemindeki ahşabın gıcırtısı sayesinde biz de bu nostaljik havayı yaşadık.
Değirmenci Konak’taki ev yapımı reçeller, sahanda yumurta ve taptaze ürünlerden oluşan köy kahvaltımızdan sonra sıcak sahipleriyle vedalaşıp şehir merkezine gittik. Safranbolu, 1994 yılında UNESCO tarafından koruma altına alınarak Dünya Miras Şehri” listesine alınmış.
Şehir Merkezi’nde hem gezilecek çok yer hem de çok yokuşlu olduğu için kızımızı da çok yormamak adına golf arabalarıyla yapılan 40 dakikalık şehir turu kiraladık. Çeşitli güzergahlı ve süreleri de çeşitli olan turları kiralamak da mümkün. Golf arabasını kullanan rehberimiz han, hamam, çeşme ve tarihi evler hakkında bilgilendirdi.
Şehir turundan sonra başlangıç noktasında bulunan Meydan Cafede kahve molası verdik. Kahvenin yanında gelen karadut suyu günün sürpriziydi ve denemenizi özellikle tavsiye ediyorum.
Dinlendikten sonra alışveriş için yemenilerin, bakırların, meşhur Safranbolu lokumcularının bulunduğu çarşıda yürüdük.
En son Kaymakamlar Evini ziyaret edip bir Safranbolu konağındaki günlük yaşantı hakkında bilgi aldık.
Artık vakit öğleden sonra olmuş ve karnımız da acıkmıştı. Safranbolu’ya 20 dakika uzaklıkta Kastamonu Yolu üzerinde bulunan ve yine tarihi evlerin bulunduğu Yörük Köyü’nü ziyaret ettik. Ancak köye gelmeden 1 kilometre kadar önce sağ tarafta Efsane Konari Gölü Tesislerine uğrayıp bölgeye özgü spesiyallerden kuyu kebabının tadına bakmayı ihmal etmedik.
Yörük Köyü, Safranbolu’nun eski yıllardaki hali gibiymiş. Daha sakin, sessiz ve turistin gelmesinden mutlu oldukları yüzlerinden okunan köylülerle tavsiye edebileceğim diğer bir yer. Özellikle çamaşırhanenin anahtarını elinde bulunduran ve turist kafilelerine adeta şov yaparak köyün tarihi ve köydeki yaşantı hakkında bilgi veren teyzeyi mutlaka görün.
Yörük Köyü’nden sonra Ankara’ya doğru yola çıktık. 1 hafta sonluk bir kaçış olmasına rağmen, sanki günlerimizi geçirmiş gibi oldukça keyif aldığımız ve “Yine gelmeliyiz” diyerek ayrıldığımız bir gezi oldu.
Not: Şimdiye kadar yurtiçi ve yurtdışında pek çok yere gezi düzenledik. Amasra ve Safranbolu halkı ve de özellikle esnafı kadar turiste içten yaklaşan ve en ufak bir rahatsızlık vermeyen bir topluluğu hiç görmemiştim. Hepsine sonsuz teşekkürler. Umarım hep böyle kalırlar.